Yemyeşil dağlarla çevrili, bol su kaynaklarının fışkırdığı, “Soğuk Pınar, Kara Pınar, Taş Pınar” isimli çeşmeleri ile ün yapmıştı yöre. Sularının her derde deva olduğuna inanılırdı.

Hele baharları bir başkaydı buralar. Bin bir çeşit çiçek kokuları sarar sarmalardı yöreyi. Bir çoban kavalının sesini duymak ve ahenginin akışına dalmak, içten  kendini o ahenge kaptırmak kadar sıradan bir şey yoktu buralarda.

Yöre insanı asırlar önce göçebe olarak gelmişti buralara. Horasan ağırlıklı Türkler mekan tutmuştu ilk önce. Anadolu’nun değişik yerlerinden yerleşenler de vardı.   Kaynaşmıştı bu Türk boyları Balkan dağları eteklerinde.

Cihan beyle Gülbahar hanım da Balkan dağları eteklerindeki bu yörelerde büyümüşlerdi.Çocukluk çağları, ırmakların şırıltısı ile kuş  cıvıltıları ve şarkılarının sarmaşdolaş olduğu ve insanı kendine kölesi yapan bu diyarlarda geçmişti. Daha ergenlik çağlarında sevda tutsağı olmuştu her ikisi de. Karşılıklı severek başlayan sevdaları, dillere destan olmuştu önce. “İki gönül bir olunca, samanlık seyran olur” misali.

Büyüklerin kulağına varan aşkları önce kabul edilmedi, Gülbahar hanım diretince, aylardan sonra nişanlılık ile noktalanmıştı sevdaları. Hazırlıklar tamamlanınca da,dillere destan olan düğünleri yapılmıştı.

Uzun müddet yörede bu düğün konuşuldu durdu. ”Aşkın Kölesi” dendi gelin kıza… Bu dönemde Türklere yapılan hunharca asimile uygulamasından kurtulmak için,genç aile İstanbul’a  göç etti.Esenler semtine yerleştiler. Gönüllerince buldukları işlerde çalışmaya başladılar.

Yıllar peşpeşe sıralanırken, mutlulukları da konuşuldu hep. İlk yıllarda bir erkek,  seneler sonra da bir kız çocukları dünyaya geldi.

Sonraki yıllarda, sade ve renksiz geçen ömürleri Gülbahar hanımı rahatsız etmeye başlamıştı. Bu gidişata gönlü razı olamıyordu.

Akşamlar kadar sabahlar da tadını yitiriyordu günler geçtikçe. Bir yandan tartışmalar başlamıştı. Bu olaylardan rahatsız  olan aile tarafları çok çaresizdi. Bir an önce düzelmesi beklenen huzursuzluk, günbegün  kötüye doğru gidiyordu.

Cihan bey,kati kararını vermişti. İki çocuğu mani olamazdı bu kararına. Hazmedemiyordu gururu, içten yenik düşmüştü saçma sapan düşüncelerine. Kıskançlık krizlerine giriyordu zaman zaman. Yolları artık kavşağa gelmişti,ikiye ayrılmıştı yönleri. Anne ağır basacaktı kanun ve vicdan önünde. Buruk yürekler, mutsuz  gönüller engel mi olabilirdi ?

Aşkının kölesi olmuştu çocuklarının annesi gençlik yıllarında. Öl dese ölebilirdi belki, düşünmeye zaman gerek duymadan. Kendisinden ayrı  kalınca, dakikalar günler olurdu adeta. Günlerce ayrı kalmak mümkün müydü. Kahrederdi ayrılık her ikisini de. Zaman mı nankörlük ediyordu, yoksa Gülbahar hanım mı unutmuştu gençlik yıllarını.

Sonsuz istekler ve ihtiraslar mı sebep olmuştu her şeye, kim bilebilirdi? Bilinen bir şey vardı, bu evlilik yürümüyordu. Ayrıldı eşyalar bilir kişi eşliğinde. Çatılmıştı kaşlar iki eski karı koca arasında. Kızları ve tek oğulları perişandı, garkolmuşlardı göz yaşlarına.

Diğer aile fertleri de huzursuzdu bu ayrılıktan. Fakat kimseye artık söz düşmüyordu. Uzunca evlilik yılları, artık son bulmuştu…

Gülbahar hanım, Liseye giden kızını anneannesine bıraktı. Oğlunu yanına aldı ve yeni işini kurdu. Başka çaresi de yoktu. Hayatının daha da zorlaştığının farkına varmıştı da, önemsemez bir tavır takınıyordu. Dul bir kadın olarak işlerin üstesinden gelmek öyle kolay olamazdı. Ev sorumluluğu ayrıca omuzlarına düşmeye başlamıştı bile.  Maddi yönden de sıkıntılar başgösterdi. Ne yapacağını şaşırmıştı. Eşine karşı yapmış olduğu tüm hataları  anlamış gibiydi,ama iş işten geçmişti. Aşkının kölesini reddetmiş, ayrılığın pençesine  düşmüştü.

Cihan beyi unutmak, bu cihanda zor olacak gibiydi doğrusu…