Mevsim ilkbahardı, aylardan Mayıs, havalar ılık ve yemyeşildi her taraf. Bağlar bahçeler rengarenk olmuştu. Dereler çağlıyordu coştukça berrak sular havzasında ve akışları bir ahenk içinde akıyordu denizler istikametinde. Kuşların sesleri bir konseri andırır böyle anlarda, Balkan dağları eteklerinde...
Yüreği garipsedi o anda Osmanın, köyünden, evinden parkından ayrılalı ancak beş gün olmuştu daha. Zor geliyordu bu mecburi ayrılık ona. Ama başka da bir çare bulamamıştı kendikendine. "Allah büyüktür" dedi içinden ve yine daldı karmakarışık hayal dünyasına ıssız orman içinde. Bir müddet sessiz kaldılar, konuşmadılar. Zaten yorgunluktan konuşacak halleri bile yoktu. Mataradan birkaç yudum su içti ve sağ kolunun üstüne yaslandı. Tedirginlik hat safhada olduğu için gözüne uyku da girmiyordu. Saatlerce düşündü durdu, gözü önüne geliyordu biricik oğlu Nefer. En son ne zaman biraz uykuya dalmışsa bir müddet uyuya kalmış yorgunluktan. Uyandığında kolunun uyuştuğunu hissetti ve sol eliyle koluna masaj yaptı bir müddet. Etrafa bakındı, ses seda yoktu. Issızlık hükmünü sürdürüyordu viran yadellerde. Uzaklardan bir baykuş sesi geliyordu duyulur duyulmaz derinden ve bir yel esti serin mi serinden. Kalktı o an yerinden ve bir oh çekti çok derinden. Sonra Yusuf abi diye seslendi;
Buradayım Osman kardaşım. Bir türlü uyuyup dalamadım. Etrafı gözetlemek için sağa sola baktım, şimdilik bir tehlike yok, rahat ol sen. Bu gece çok tehlikeli bir mıntıkada yolculuk yapmak zorundayız. Hudut bölgesine yaklaşıyoruz, işimiz zor ve çetin. Bölgeyi ben önceden inceledim, sık sık kontrol kuleleri dikmişler arazide yüksek tepelere. Stranca ormanları ortada, bu tarafta Bulgaristan, diğer tarafta Türkiye. Dereköy sınır kapısına göre biraz daha sol tarafa doğru yol almamız lazım. Ayrıca şehirlerarası bir karayolunun sağından soluna geçme mecburiyetimiz var. Allah yardımcımız olsun. Başka da sığınacak kimsemiz yok...