Bir ulus düşünün ki onun için acziyet, var olduğunu bildiği potansiyelini kullanmada ruh, zihin ve fikir gücünün dış ve iç odaklar tarafından kuşatıldığını biliyor olması, bu prangayı kırmaya yeltendiğinde ise “siz yapamazsınız”  endoktirinasyonuna, dayatmasına veya en masumane tabirle  tembihlerine mahkum edilmesidir.

Çünkü sürekli dayatılan siz yapamazsınız, siz beceremezsiniz” telkinleri  tekrarlana tekrarlana “bizden bir şey olmaza” sonrasında ise “kanıksanmış çaresizliğe” dönüştürürken bir süre sonra ise insanları verileni anlamak ve algılamaktan uzak “mankurtlaşmış  bir toplum” yapısına dönüştürür.

Yarını, dünden yola çıkarak tahmin etmenin en büyük riski “kırılma noktalarını görememe veya olabilecekleri gözlemleyememe” körlüğüdür.

Bugünün "var olan" durumundan yola çıkarak, yarınlara bir "düzlem" çizersin, vardığın noktada; bunların olması gerekir diye hesap kitap yaparsın. Ancak ne var ki yaşamın uygulanabilirliği doğrusal tahminlerin neredeyse birçoğunu gerçekleştirmekte âtıl bırakır.

Bir ülkenin uluslararası rekabette yol kat edebilmesi için niceliğe değil niteliğe değer yüklemesi istikametini bu yönlü detaylandırması olmazsa olmaz kuraldır. Uluslararası markalar üretmek, katma değeri yüksek ürünleri çeşitlendirmek en büyük sıçrama tahtasıdır.

Bugün artık neredeyse iki yıldır pandeminin getirdiği ekonomik yıpranma ile oluşan mevcut durumumuza bakarak, "bizden bir şey olmaz" klişesiyle doğrusal düzlem tahmini yapamayız.

Öncelikle bu klişeyi bir tarafa bırakıp kendimize inanmalıyız.

Unutmayalım biz en kadim milletlerden biri olarak bir zamanlar hakim olduğumuz coğrafya ve etki alanımızla birlikte 24 milyon kilometrekareye hükmediyorduk.

Son 10 yılda başardıklarımızla büyük bir özgüven kazanmış sadece kendi çevre coğrafyamız değil dünyaya kafa tutar olmuştuk.

Ne oldu da bize yeniden özgüvensiz bir toplum olma yolunu seçtik.

Bir kısım muhalefetin topluma üflemeye çalıştığı “umutsuzluk sendromu” sufleleri bizi ne çabuk bu etki alanına hapsetti.

Zamanında düveli muazzamanın içimizdeki etki ajanları “küçüklük kuruntusu” formlu suflelerini kulaklarımıza üflemeleri bizi bir asır ezik bir topluma dönüştürmüştü.

Özgüven çıtamızda bir türbülans yaşasak da özgüvenimiz hala yerinde şu an bizim ulus olarak eksiğimiz karma değer üretecek belli alanlardaki markalaşma yetersizliğimizdir.

Her ülkenin neredeyse bir veya birden çok markası varken bizim eksikliğimiz özgün bir marka yaratamamış olmamızdır. 

Misal, tekstilde üretiyoruz ancak bunu moda alanında dönüştüremiyoruz. Teknolojik ürünlerde kendimize özgü bir marka üretemediğimiz gibi tarım ve gıda teknolojisi gibi alanlarda da dışarıyla rekabetimiz yeterli olmadığı gibi bir çok alanda maalesef düşük katma değerli “yetersizliklerimiz, zaaflarımız” ön plana çıkıyor.

Fakat diğer taraftan enerji kaynaklarımız çok olmasa da ekolojik kaynaklarımız, coğrafi konumumuzun artıları ve yerel kabiliyetlerimizle örtüşen alanlarda, dünyayı geze geze hallaç pamuğuna çevirip kendi mucizemizi doğurabiliyoruz.

Bir zamanlar mucize kavramını belli ülkelerin tekelinde görüyor sohbetlerimizde her fırsatta Japon mucizesinden bahsederken gıptayla bir ah çekerdik. Bizim elde edemeyeceğimiz kendimize yakıştıramadığımız bir değer olarak düşünür, mucize kavramını bizim dışımızda küresel bir değer olarak algılardık.

Bugün anladık ki asıl mucize, "kendinizle ilgili, kendinize dair" kendinizle ilgili hikayelerin ürünüymüş. Ancak bunu belki bir asır sonra da olsa çok geç anladık.
 

Her kriz aslında farkına varabilen farkında olabilen için bir fırsattır ve fırsatlar bazen krizlerin içinde saklıdır. Krizlerde insanlar gibi devletleri olgunlaştırır ders alınmasını sağladığı gibi tekamüle ulaştırır.

Başarı çok şey öğretmez insana, başarısızlık ise çok şey öğretir…

Ülkemizin yaşadığı ekonomik krizler, Corona virüs pandemisi uluslararası baskılar ve tehditler bugün bu devleti güçlü kılıp ve direncini her krizde daha da tahkim edip sağlamlaştırırken, bu milletin fertleri olarak tıpkı ülkemiz gibi bize çok şey öğretti.

Şunun bilinmesi önemli, gelecek herkese eşit şartlarda eşit fırsatlar sunmaz.

Ancak her ne olursa olsun gelecekle ilgili hayallerine önce kendine inanarak başlayabilirsin.

Çünkü hayallerin raf ömrü yoktur.

Onun içindir ki ülke olarak hayallerin için eğer uzakları okumada ufuk ve vizyon körlüğün yoksa belli kırılma noktalarında olabilecekleri tahmin edip kavrayarak fırsata dönüştürebilirsen bu kadim coğrafyada var olmaya devam edersin…

Yok eğer bunu kendi gerçeklerin ve değerlerinle harmanlayıp kavrayamazsan sıradan bir devletin ezik bir toplumu olarak leş peşindeki emperyalist sırtlan devletlerin seni parçalamaları için kaderini beklersin!..