“Su akar, Türk bakar” sözü nereden geliyor, kim söylemiş bilmiyorum ancak bildiğim resmi tarihi ile 2200 yılı aşkın kadim bir geçmişi ile bu milleti aşağılayan, rencide eden bir söylem olduğu açık.
Belki bu durumu, son iki yüz yıl içerisinde emperyalist kuşatılmışlığın dayattığı “öğrenilmiş çaresizliğimizin” millet olarak bünyemizde oluşturduğu “majör depresyon” ruh halinin algılarımızda klişeleştiği bir yaşam tarzının akıl ve beden dünyamıza dayatılması olarak anlamamız gerekiyor.
Çünkü neyi; “tekrar edersen onu büyütürsün.”
Düşündürmeden sürekli tekrarlatılan söylemler zaman içinde “papağan sendromu” ile bir otomasyona dönüşür ve bir şeyler üretmeden sadece tüketen ve bir eksiği, bir hatayı düzeltme çabasıyla geçer zamanınız.
Geçmişte hep söylendiği gibi bir toplu iğneyi dahi zamanında dışarıdan aldığımız düşünüldüğünde bu örnek geçmişte içinde olduğumuz acizliğimizi anlatmakta yeterde artar sanırım.
Bu talihi makus talih olmaktan çıkaran Başkan Erdoğan’ın zaman zaman ifade ettiği gibi; “bizleri öyle çok zorladılar ki sonunda uyuyan bir devi uyandırdılar.” demesi tam olarak bu anlayışın tuzla buz olmasına, bu sünepeliğin ters yüz edilmesi sonucunu doğurdu.
Cumhurbaşkanı haklıydı. Yıllarca başkalarının eline baktık. Son iki yüz yıl içerisinde belki bir şeyler yapma çabası içinde devlet büyüklerimiz oldu ancak onlarda devleti geliştirmek ve büyütmek bir yana kuşatılan bu ülkeyi daha da geriye götürmemek adına ellerinden gelenin belki en iyisini yapmaya çalıştılar fakat küçük görülmenin, kibirli büyük devletlerin tepeden baktığı bir devlet olmanın önüne geçemediler.
Ve ABD ve Batı’nın, paramızla bize silah vermede ruhsal durumları elverdiği ölçüde hep şamar oğlanı gibi davranması ve bize dayatılan tembihler listesi gibi çaresizlikler bize artık neler yapabilirizleri öğretti.
Bu güne gelindiğinde Suriye iç savaşı bize yıllarca müttefik gördüğümüz Arap dünyası, ABD ve Batının gerçek yüzünü görme fırsatını verdi. Bu sayede gerçek dostlarımızı öğrendik.
“Barış Pınarı” harekatıyla beka mücadelemizi kimseye hesap vermeden gündeme taşıdık. Emperyalist ve kolonyalist zihniyetin bu coğrafya üzerindeki oyun ve planlarına ket vurduk.
Kuzey Doğu Suriye’de oluşturulmaya çalışılan terör koridorunu darmadağın ederken 32 km.’lik güvenlik koridorunu bir lütuf olarak değil adeta söke söke elde ettik.
Bu harekatın neticesi; siyasi dirayetin güçlü bir şekilde askeri zemine yansımasıydı. ABD, AB, Arap Ligi ve Rusya gibi sırtlan zihniyetli güçlere rağmen adeta bağırta bağırta elde ettiğimiz bir başarının hikayesiydi.
Bu kararlılık ve başarı hikayesinin sahibi ise hiç kuşkusuz Lider Erdoğan’dı. Erdoğan dünyayı dize getirirken, içimizdeki siyasetçisinden, sanatçısına veya kendini entelektüel olarak pazarlamaya çalışan bazı muhalif mahfillerin ise “dost düşman içten içe alkışlarken” bunların ülkelerinin başarısını küçümseyerek eleştirdiklerine, siyasal ahlak, entelektüel karakter ve sanatçı çekim güçlerinde küçüldükçe küçüldüklerine tanık olduk.
Veya lider olabilme, en azından siyasal varlıklarını pratonerize edip tehlike olmaktan çıkarma “siyasal metaforunun” muhalafetin bazı siyasal elitlerinin, ülkesi hemen güneyde terör örgütleriyle mücadele ederken sırf hükümetin dolayısıyla ülkesinin terörle mücadele çabalarını akamete uğratmak adına - dışarıda güçlü olmak adına siyasal destek beklerken- bazen sessiz kalarak bazen de terörle birlikte hareket eden bilindik batılı güçler ile aynı siyasal dili tercih etmenin kendilerine bir fırsat kapısı aralayacağı düşüncesiyle hareket ettiklerini gördük.
Oysa liderlik, kazanılan bir fırsat değildir. Zenginlik veya sermaye insanın başarısında bir fırsat yaratabilir. Ancak bu kazanım başarıyı sürükleyemeyeceği gibi ancak bir yere kadar taşıyabilir. Liderlik yoksa sonrası asla olmaz.
Liderlik insanın karakterine sunulmuşsa, yaradılışında mayalanmışsa yaşadığı çevre, konuşlandığı şartlar onu bulunduğu zeminde dahi lider davranmaya iterken çevresinde etki yaratır, her alanda önde ve öncü olma seçeneği sunar.
Başkan Erdoğan’ın siyasal geçmişine baktığımızda orta gelir seviyesinde bir ailenin top peşinde koşan, siyasal kavrayışı ile yaşadıkları siyasal başarısızlıklara rağmen pes etmeyen ve 40 yaşında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı, 48 yaşında Başbakanlık ve bu gün ise 35 yıldır devam eden terörle mücadelede içte ve dışta alınan son mesafe ancak büyük bir siyasal liderlik ruhu ile izah edilebilir.
Tüm bunların ışığında reel politikte şunu söylersek önemli bir kavramı yerine oturtmuş oluruz; “Lider olunmaz; lider doğulur!”