Bugün ilk göz ağrım, kızım Gökçe’nin ölümünün 13’üncü sene-i devriyesi… Baharımın hazana, yazımın zemheriye döndüğü gün…
Düşünüyorum… İnananlar için; “ölüm; bir veda değil ‘’ elbet…
Saatlerce anlatılmak isteneni tek bir cümle ile tanımlayan bu bilge kavram üzerinde bir duygu sağanağı yaşıyorum… Gözlerim yaşarıyor… Ah be diyorum… Kaç yıl oldu, daha kaç yıl geçecek sensiz… Geçmişe dalıyorum… Papatyaları çok severdi, hem de beyaz olanlarını...
Toroslar’da oturuyorduk o zamanlar… Akbelen şehir mezarlığının üst duvarı karşı çaprazındaki Sebahattin Çakmakoğlu İlköğretim Okulundan O’nu almak için şimdilerde yapı yığınlarına dönmüş olan kırmızı gelincik, sarı papatya, sarı deve dikeni ve arsız ayrık otlarıyla bezenmiş çiçek dolu tarladan geçerdik. Annesiyle birlikte okuldan almak için yaya gittiğimiz dönüş yolunda bu tarladan annesine beyaz papatyalar toplayıp, anne bu senin demesini, bunu yaparken gözlerindeki mutluluğu anımsıyorum.
Ve bir sonbaharda okullar açılırken Ankara’ya yolculuk için hazırlanışımız geliyor aklıma… Çok beklemiştik o günü… Bitmek bilmeyen yedi yıl… Nefes alıp vermede katlanılan, sıkıntı çekilen koca yedi yıl…
Doktor, skalyoza bağlı omurilik ameliyatı için ergenlik çağını beklemeniz gerektiğini söylediğinden bu yana tam yedi yıl geçmişti. Gittikçe gelişen vücuduna korse provası için yıllarca Ankara’yı mesken tutmuştuk...
On dört yaşlarına gelmişti artık büyük kızım Gökçe…
Belki her şey değişecek skalyoz denilen omurilik eğimi ameliyatla düzeltilerek dik durması sağlanacak hem de akciğerine gelen baskıdan kurtulabilecek artık daha rahat nefes alabilecekti.
Ayrıca skalyozla gelen bu genetik kamburluk süreci ameliyatla halledilirse o ince uzun fidan gibi boyuyla vücut simetrisi düzelmiş olarak güle oynaya Ankara’nın o kasvetli havasından sıyrılıp yaşadığımız şehre, Mersin’ine dönebilecektik…
2007 yılının Eylül ayıydı… Havaların serinlemesiyle rengarenk elbisesini çıkartıp sarı renkli baharlıklarını giyen yaz, insanoğlunun yaşam serüveninin son çeyreğini hatırlatan hazana dönmüş, sonbahara bırakmıştı yerini... Altı yaşlarındaki ortanca kızım Aleyna yeni başlamıştı ilkokula… Yine bir Eylül ayında dünyaya gelen en küçüğümüz Firdevs Eylül ise daha üç yaşlarındaydı.
Dostlarımıza emanet ettiğimiz çocuklarımızla vedalaşmak biraz zor olmuştu. Çünkü bizlerin neyi beklediğini, gittiğimiz yerde ne kadar kalacağımızı bilemiyorduk. Zor olan bir vedadan sonra yola çıkmıştık.
Otobüs Pozantı yokuşuna sardığında kaset Ferdi Tayfur’un Emmoğlu şarkısını çalıyor, şoför içten içe bir şeyler mırıldanıyordu. Sonbaharın getirdiği yorgunlukla yapraklarını dökmüş ağaçlarda, düzenli bir ritimle kuyruk sallayan saksağanların umursamaz hareketlerini izliyor, gevrek gevrek ötüşleri eşliğinde yeni bir başlangıç olarak düşündüğümüz Gökçe’miz ile ilgili gelecek hayallerimiz, taze umutlara iltica ediyordu.
Bir an bile olsa bize güzellikler yaşatan tek sığınağımız, demir attığımız limanımız hayallerimizle hemhal olmuş düşlerimizden sıyrılıp kendimize geldiğimizde mesafe aldığımızı zannettiğimiz yolun bir türlü bitmek bilmediğini görüyorduk.
Sonunda akşam üstü Ankara’ya varmış, özel taksiyle ulaşımı sağlayarak teyzemizin evine yerleşmiştik. Yorgunluktan olsa gerek o gün uzun uzun sohbetler edemeden erkenden yatmıştık. Yarın bizi zorlu bir gün bekliyordu. Doktor muayenesine gidecek kızımın hastane yatışını yaptıracaktık.
Ertesi gün erkenden kalkıp alelacele giyindikten sonra hep birlikte yola çıktık. Epeyce aradıktan sonra muayenesini bulabildiğimiz doktor önceden çektirdiğimiz röntgen filmlerini iki eline alıp, ışığa tuttuğunda epey geç kaldığımızı söylemiş, o an üstümüzden sanki kaynar sular dökülmüştü.
Doktor bu tür ameliyatların çocukken bile yapılabildiğini bu kadar beklemenin her şeyi zorlaştıracağını söylerken, söylenenleri algılamakta güçlük çekiyor, ne kadar istesem de kendimi toparlayamıyordum.
Biz ne yapmıştık! Yaşadığımız şehirde parmakla gösterilen bir ortopediste güvenmiş, süreci başka doktorlarla sorgulamak aklımızın köşesinden geçmemişti. Doktorlara güvenmeyip de kime güvenecektik. Bu işin uzmanı Onlardı. Dünyada tıp ile ilgili gelişmeleri takip etmesi gereken öncelikle biz değil Onlardı. Alternatif doktor aramada gözümüz kör olmuştu sanki, belki de böyle olması gerekiyordu. İşte bunun adı kaderdi.
Büyük umutlarla bir Eylül ayında Hacettepe’ye yatışınızı yaptırdığımız Gökçe’miz yaklaşık bir ay sonra bir Ekim ayında girdiği bu zorlu ameliyattan çıkamamış, avucumuzun içinden kayıp gitmişti.
İşte o günde, bizim için en zor olan o günde… Tüm sessiz çığlıklarımızı, isyanlarımızı içimize gömdüğümüz o günde, baharımın hazana, yazımızın kışa hem de karakışa döndüğü 15 Ekim de Gökçe’mizi kaybetmiştik.
Gökçe’mizin vefatının üzerinden bugün 13 yıl geçti. Geriye dönüp baktığımızda aklımızdan bir an olsun çıkartamadığımız, O’nun yaşlarda bir kız gördüğümüzde eğer yaşasaydı Gökçe’de muhtemelen bu yaşlarda 27 yaşında güzel bir genç kız olacaktı demediğimiz bir anımız olmadı…
Yaşam serüvenimizde hıçkırıklarla suladığımız anılarımız; zihnimizden, yüreğimizden tüm bedenimizden hiçbir zaman eksilmedi. Kim toplayacaktı artık beyaz papatyaları annesine…
Anneler babalara göre çok daha duygusal, daha hassastır... Annelerin her şeylerini dışa vurma gibi bir özgürleri vardır. Duygusuz gibi görünen içten içe yanan kavrulan babaların ise insanlar ne der ruhsal savruluşlarıyla böyle bir hakkı da böyle bir hukuku da yoktur. Dışa vurmaktan kaçındığı hissiyatlarını, sessiz hıçkırıklarını içine akıttığı gözyaşlarıyla sularken; çaresizliklerini, sessiz çığlıklarını içlerinde haykırırlar, acizliklerini de yine kendi içlerine hapsederler...
Her 15 Ekim’de bu duygu sağanağını yaşayıp kalbimin acısını, kurumaya yüz tutmuş gizli gözyaşlarımla sularken inandığım ahirette bizi diğer kız kardeşleriyle bekleyeceğini umut ediyorum. Belki buda benim bu dünyada kendimi teslim ettiğim tek umudum, belki de tek tesellim…
Ve her daim umudumu perçinleyen şu sözleri hep tekrar ederim: ‘’ Ölüm; yeni bir yol, yeni bir başlangıç…’’ Ölüm; hasret şehrini birbirine bağlayan özlem köprüsü…’’
İnandığım ahirette buluşmak umuduyla… Mekanın cennet olsun, ilk göz ağrım…