“Devletler, belirginleştikçe belirsizleşir.”
Belirsizleştikçe, yalnızlaşır. İşte bu bir değerli yalnızlıktır.
19. yy. süper gücü İngiltere için kullanılan “muhteşem yalnızlık” kavramını benzer bir şekilde “değerli yalnızlık” olarak özellikle iç muhalefet biraz da küçümseyerek sıkça kendi devleti için kullanılmaya çalışılıyor.
Batının çıkarlarına hizmet etmeden demokratik değerleri savunmak, 2013’te darbeyle iktidar değişikliği yaşayan Mısır’da ABD güdümündeki Sisi’ye karşı mesafeli duruş göstermek, 2011 yılından bugüne halkını katleden Esad’a karşı gösterilen devlet refleksi işte tüm bunlara karşı “demokratik değerleri ve insan haklarını savunma” mottosunu ölçek kabul ederek bir mesafe koymak konseptinin adı iç cephe yönüyle maalesef değerli yalnızlık olarak tanımlanmakta eleştirilere konu olmaktadır.
Tüm bunlar yanında bugün Yunanistan ile diyalog çağrısı yapan ancak Yunanistan’ın diyalogsuzluk ısrarına bir şey söyleyemeyen, Yunanistan ve İtalya’nın haksız ve hukuksuz istekleri ve kışkırtıcılığı, artık bir Hristiyan Kulübü olarak görülen AB’nin bu haksız ve hukuksuz tarafta yer almasını Türkiye açısından değerli yalnızlık olarak gören kendi muhalefetimizin konuyu siyasal manipülasyon olarak siyasete alet etmesi ayrı bir muamma olarak üzerinde düşünülmesi gerekmektedir.
Maalesef batının geçmişten bu güne en kullanışlı enstrüman olarak gördüğü demokratik değerleri kendi çıkarlarına alet etmek gerçeği, Mısır’daki Sisi’yi her zaman elinin altında her an kullanabileceği bir çıkar aracı olarak kullanma rüyası, Libya’daki darbeci Hafter’e verilmeye çalışılan destek karşılığında Libya petrollerinden pay kapma hayali, Rusya’nın Esad’ı; batı Suriye’de dolayısıyla Doğu Akdeniz’de elde ettiği iki önemli üs karşısında koruma refleksi, bu değerlerin aslında çıkar için nasıl kullanıldığını ortaya koyarken Türkiye’yi bu çıkar odaklı çapsızlıklar karşısındaki onurlu duruşuyla eleştirenler “devletlerinde bir duruşu olmalı” manifestosu karşısında “ısrarla bu devletlerle işbirliğini ve batı rüyasını” vurgulamaları, muhalefetimiz açısından bana göre içler acısı bir durum olarak görmek gerekir.
İşin enteresan tarafı kendi muhalefetimizin tıpkı batının yaptığı gibi “demokratik enstrümanları” diline pelesenk ederek iktidarı kendi iç siyasal zeminimizde “demokrasi katili” anti demokratik uygulamaların aracı olarak görmeleri ayrı bir çelişki iken, ağızlarından hiç düşürmedikleri bu değerler karşısında Suriye ve Mısır’daki yönetimle uzlaşmayı, İsrail’le yakınlaşmayı dayatmaları özünde bu değerlere nasıl baktıklarını da göstermektedir.
Kısaca bu değerler sadece kendi muhalefetimiz değil, tüm dünya açısından aslında bir çıkar aracı olarak görüldüğü çok açıktır. Bu değerlerin varlığı söylenirken uygulamada tersinin yapılarak gerçekte böyle bir değer veya değerler silsilesi olmadığı ifade edilmeye çalışılmaktadır.
Oysa tüm bunlar karşısında bana göre devletlerinde bir duruşu olmalı. Demokratik değerler, insan hakları üzerine söylenenler sadece sözden ibaret değil aynı zamanda pratikte de bir karşılığı olmalı diyebilmek, bunu savunmak bunu yalnızlaştırma olarak görmek bir çelişkidir.
Bizim özellikle muhalefetin farkında olamadığı şey Türkiye tüm bunları söylerken aynı zamanda bu söylemler üzerine bir devlet duruşu bir devlet refleksi göstererek aslında değerlerini tüketmiş batıya ve tüm dünyaya bir manifesto sunmanın yanında bir onurlu devlet duruşu gösteriyor.
Bugün tüm bu çelişkileri ortada olan Batı, Türkiye’nin bu onurlu duruşuyla Orta Asya’dan, Orta Doğu’ya, tüm Afrika’sından Balkan halklarına kadar yumuşak güç etkisi karşısında Türkiye’ ye içten içe hayranlık beslerken kendi içimizde bu muazzam potansiyeli anlayamamak üzerine kurulu bir “algısal yetmezlik” sorunuyla karşı karşıya olduğumuzun bilinmesi gerekir.
AB yüksek temsilcisi Borrell’in, Türkiye’nin (soft power) yumuşak gücünün etkisinin kendi coğrafyasını aşarak kendi dışında da yayılmaya başlamasını “Eski imparatorluklar geri gelmeye başladı. Bunlardan biri de Türkiye...” demesi işte bu karakterli dik duruşu yanında gerek diplomasi ve silahlı gücüyle oyunları bozabilme kabiliyetinin gerekse dünyanın ezilmiş mazlum halklarına umut olabilme potansiyelinin bir sonucudur.
Burada Borrell tarafından bahsedilen yakın zamanda ortaya atılan “Neo-Osmanlıcılık” adı altında orta çağı kapatıp yeni çağın süper güçlerinden biri olan Osmanlı’nın Türkiye ruhuyla, güç ve kudretini yeniden kuşanması, batının sömürgeci geçmişinin aksine etki alanındaki bölgelerdeki yapıcı ve inşa edici bölgenin enerji kaynaklarını bölge halkının refahı için kullanan bir anlayışı yeniden idame ettirme refleksi olarak görmek gerekir.
Türkiye ilk defa yalnız kalmıyor. Geçmişten bu güne kendi menfaatlerini hakka ve hukuka uygun olarak ne zaman korumaya kalksa Batı tarafından ya darbe ile test edilmiş ya da yalnız bırakılmıştır. Buna en iyi örnek Kurtuluş Savaşımız ve Rumların Kıbrıs Türklerinin haklarını ihlali karşısında Kıbrıs barış harekatıdır. O zamanda batının yalnızlaştırma ve ambargosuyla karşılaşmıştık.
Dolayısıyla her zaman sistematik sahipsizlik yaşayan Türkiye’nin, küresel ve ulusal demokratik değerleri şiar edinmiş onurlu ve dik duruşuyla aslında dünya milletleri nezdinde gıpta ile bakılan bir ülke olması ve bunun muhalefet tarafından bir türlü anlaşılamamasıdır.
İlla bu onurlu duruşu bir sıfat yükleyerek yalnızlıkla izah etmek gerekiyorsa sistematik sahipsizlikle dayatılan “karakterli yalnızlıktır!”