Tarih dikiz aynasıdır, gelecekle ilgili yolculuğunuzda yarınları iyi analiz etmek isterseniz bazen geriye bakmanız gerekebilir.
Elbette sürekli arkanıza bakarak yürüyemezsiniz. Ancak arada birde arkanıza bakıp geçmişten dersler çıkartarak geleceğe dönük mesafe almak isterseniz, tehlike tabelası konulmadığı için düştüğünüz bir çukura düşme tehlikesini tekrar yaşamazsınız.
Tarih geçmişle ilgilidir ancak gelecekle de ilgilenmek zorundadır. Bunu yapmazsanız tarih tekerrür etmez belki ancak olaylar, olgular tekerrür edebilir.
Buradan şuraya gelmek istiyorum. Bazen geçmişe bakmak, tarihle yüzleşmek gerekiyor. Mutlak olarak tarihi değiştiremezsiniz ancak tarih illaki bir dogmalar zinciri olmadığı gibi eleştirilmez de değildir.
Bundan dolayıdır ki geçmişteki zaafiyetlerimizden, hatalarımızdan dersler çıkartarak gerek iç gerekse dış politikada artık hata yapmamak gerekiyor.
Bugün Türkiye, Doğu Akdeniz’e kıyıdaş ülkelerle kıyaslandığında en büyük deniz yetki sınırına sahip olmasına rağmen Doğu Akdeniz’den sökülüp atılmaya çalışılıyor.
Bugün Ege’de yaşadığımız adalar sorunu; 1911 yılında İtalya ile yaptığımız Trablusgarp Savaşı sonucu imzaladığımız Uşi Anlaşması ile adaların İtalya’ya bırakılması ile başlasa da elimizden tamamen çıkması 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Anlaşmasının 15.maddesi ile İtalyanlar lehine feragat edilmesiyle gerçekleşmiştir.
1947 tarihli Paris Antlaşmasına davet edilmesine rağmen nasıl olsa sonuç alamayız endişesiyle konferansa katılmayan Türk hükümetinin duyarsızlığı, İtalya’nın bize ait olan elindeki 12 adayı Yunanistan’a terk etmesiyle sonuçlanmış bugünkü adalar kronik sorununun temeli o gün atılmıştır.
Yine Lozan Anlaşmasının 12.maddesi ile Doğu Akdeniz’deki adalar kesin olarak Yunanistan’a bırakılırken Türkiye İmroz, Bozcaada ve Tavşan adaları ile yetinmek zorunda bırakılmıştır.
Bugün geçmişte yaşadığımız bu benzeri bir sorun Doğu Akdeniz üzerinden yeniden kurgulanmaya çalışılıyor. Türkiye geçmişte yaşadığı bu acı reçetenin benzerini Ege ve Doğu Akdeniz için reddederken “sistematik yalnızlığı” O’nu onurlu dik duruşundan vazgeçirmiyor.
Çünkü “büyük devlet refleksi” bunu gerektiriyor.
Biliyoruz ki; Ege ve Doğu Akdeniz’de taviz vermek ardı arkası kesilmeyecek sistematik tavizi getirecektir. On milyon nüfuslu ekonomisi iflas etmiş bir ülkenin, 83 milyonluk dev bir ülkeye kafa tutmasını, mahallenin çapulcu serserilerine güvenen sıska bir çocuğun, mahallenin güçlü ve civanmert abisine meydan okumasına benzetebiliriz.
Aslında bu cevval ancak sıska çocuk; meydan okumayı bırakıp işi kavgaya dönüştürdüğü an bu çapulcu abilerine rağmen iyi bir meydan dayağı yiyeceği açıktır.
Askeri stratejide bir kavram : “Potansiyeliniz, stratejinizle uyumlu olmalıdır.” der.
Ne kadar strateji yaparsanız yapın eğer bir güç potansiyeliniz yoksa ne masada bir karşılığınız vardır nede sahada…
Bugün Fransa başta İtalya, Mısır, İsrail ve BAE gibilerinin potansiyeli ile sahte kabadayılık yapmaya çalışırken ciddi bir mücadele stoğu olmayan “sığıntı sünepeliği” yaşayan Yunanistan, kalınlığını bilmediği bir buz tabakasının üzerinde yürüdüğünü bilmeli, kazara bir hata yaparsa elindeki adalarında elden gideceğini bunun bedelini ağır ödeyeceğini iyi hesap etmelidir.
Türkiye’nin senaryosu gayet açık. Eğer Oruç Reis’e müdahale ederseniz yanarsınız diyoruz. Bunu bir kurgu ile anlatmak gerekirse “eğer senaryoda silah tanımlanmışsa; filmde mutlaka patlar!” İşte bunu sığıntı sünepesi Yunanistan’ın ve arkasındaki çapulcu korosunun iyi hesap etmesi gerekebilir.
Ortada böyle bir durum varken kendi iç cephemizde, muhalefetimizde bir destek açıklamasından ziyade bir umumi efkar beklentisi, dış kamuoyu ne der tepkisizliği var.
Bu bir siyasal ahlak üşümesidir. Oysa duygularımızın siyasal ahlakımızı çarmıha germesine, siyasetin politik minyatürleşmesine izin vermemeliyiz.